Öykü

Velid Süleyman | Einstein’ın Son Saati

Velid Süleyman

Velid Süleyman

Arapçadan Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin

Zuhre Remîc ve Muhammed Kuseybât’a

Ona Einstein lakabını takmışlardı ve bunu sebepsiz yapmamışlardı. Tamir edemediği hiç bir saat türü yoktu. Alman saatleri gibi en karmaşık olanları bile. Dünyanın en dakik saatleri olan İsviçre saatleri olsun, şıklıklarıyla bilinen İtalyan saatleri olsun, pahalı İngiliz saatleri olsun, Einstein her zaman oradaydı ve meydan okumayı kabul etmeye hazırdı.

Atölyesi, başkentin en hareketli caddelerinden birinde önüne koyduğu bir karton kutudan ibaretti. Tornavida, pens, büyüteç ve mesleğinin diğer aletleri gibi tüm araç gereçlerini bu kutunun üzerine koyardı. Karton kutusunun önüne çömelip küçük bir meblağ karşılığında saatleri hemen tamir ederdi. Yirmi yıldır orada olduğunu duydum.

Bu yirmi yıl içerisinde en karmaşık olanlar dâhil bütün saat türleri Einstein’ın elinden geçti. İmalatçısı ne kadar dahi olursa olsun, tasarımcısı ne kadar yaratıcı olursa olsun, bütün bu uzun yıllar boyunca hiçbir saat onun elinden kurtulamadı.

***

Einstein’ın konuşlandığı kaldırımın karşısındaki elbise mağazasında çalışıyordum. Bu konumum, beni fark etmeksizin hareketlerini izleyebilme imkânını veriyordu. Böylece sabahleyin dağınık saçlarıyla gelip karton kutusundaki araç gereçleri düzenlemeye başladığında onu görüyordum.

Bozuk saatinizi Einstein’a verirseniz, başka bir saatle meşgul değilse onu hemen tamir etmeye başlardı. Dakik hareketlerle bu tablo aylar boyunca tekrarlanırdı. Bir gözüne büyüteç takar, illetini anlamak için nabzını dinlercesine kulağına yaklaştırdıktan sonra saatin arka kapağını açardı.

Einstein’ın gözleri patlaktı. Kıvırcık gri uzun saçları omuzlarına kadar dökülüyordu. Hatta uzun saç tutamlarını omuzlarının arkasına doğru uzattığını gözlemlediğim de oldu. Eline tamir etmede zorlandığı bir saat düşse hareketlerinde bir gerginlik olurdu. Böyle durumlarda sol eliyle saçlarını kavrar, lastik bir şeritle tuttururdu.

Einstein bozuk saati tamir ettiğinde genelde fiyat belirlemezdi. Müşterinin gönlünden kopan meblağı sessizce alırdı. Müşterinin verdiği meblağ ne olursa olsun, bakmadan, yırtık pırtık siyah ceketinin cebine koyar, sessizce işine devam ederdi. Fakat bazen saatlerden biri çok vaktini almışsa sessizliğini bozar, bir dinar talep ederdi. Müşterileri daha sonra anlıyorlardı ki onun sözlüğünde “dinar” tamir işinin çok zor olduğu anlamına geliyordu.

***

Einstein konuşmayı sevmezdi. Onu konuşmaya dâhil etme çabalarımız hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Tamir ettiği saatler gibi dakikti. İşini iyi yaptığına dair şöhreti sayesinde her yerden kendisine müşteri akın ederdi. İnsanlar onu saat tamiri için çok para isteyen, saatin karmaşıklığa paralel olarak tamir fiyatının da arttığı dükkânlara tercih ederdi.

Koca bir gün boyunca Einstein sadece öğleyin işine ara verirdi. Müşteri hareketinin biraz hafiflemesini fırsat bilerek bir somun ekmeği bir parça peynirle yerdi. İşte Einstein’ın hayatı böyleydi: Ekmek, peynir ve iş.

Öğleden sonra saat beşte Einstein araç gereçlerini plastik bir torbaya koyduktan sonra bu torbayı da karton kutusuna yerleştirir, mekânı terk ederdi.

***

O günü hâlâ hatırlarım. Bir bahar günü olmasına rağmen hava dayanılamayacak derecede sıcaktı. Öğleye yakın Einstein’ın saçlarını lastik bantla bağladığını fark ettim. Bundan dolayı, tamir ettiği saatin kendisine biraz zorluk çıkardığını anladım.

Öğle sonra saat üç civarında öğle yemeğini yedikten sonra mağazayı açmak için geri dönene kadar, olayın ne derece vahim olduğunu anlamadım. O anda Einstein’ın normal bir halde olmadığını fark ettim. Yüzü kan toplamış, mora çalan bir maviye dönüşmüş ve elbiseleriyle bir havuza atlamış gibi terden sırılsıklam olmuştu. Ellerinde görünüşte herhangi bir saatten farkı olmayan bir saat vardı. Fakat onun sıkıntılı hali ve baygın bakışları nasıl bir çırpınış içinde olduğunu gösteriyordu. Onu tanıdığımdan bu yana hiç âdeti olmadı gibi, torbasından neredeyse tüm araç gereçleri çıkardı. O zaman tehlikeli bir durumun olacağına emin oldum.

Bir süre müşterilerle ilgilendim. Mağazada yoğunluk azalınca kafamı kaldırıp bakışlarımı Einstein’ın oturduğu yere doğru yönelttim. İlk başta bir şey anlamadım. İnsanlar Einstein’ın etrafında toplanmışlardı ve kalabalıktan onu görmek imkânsızdı. Bu durum bana ilginç geldi. Daha önce insanlar saatlerini tamir etmek için etrafını sardıkları olmuştu ama hiç bu kadar kalabalık oluşturmamışlardı.

İnsanların kalabalığından ve gitgide artmasından anladım ki bir şey olmuştu veya şu anda hâlâ olmaktaydı. Mağazadaki arkadaşımdan ben dönene kadar müşterilerle ilgilenmesini rica ettim.

Einstein’ın genellikle konuşlandığı karşı kaldırıma yöneldim. Fakat kalabalık ona yaklaşmamı engelledi ve onu göremedim bile.

Yanımda duran bir kişiye neler olup bittiğini sordum. Cevabı olup biteni açıklamaya yetmedi. Herkes “Einstein delirdi” diye tekrarlıyordu. Fakat kimse olup biteni açıklayamıyordu. Kalabalığı yararak başına gelenleri görmek için Einstein’a ulaşmaya çalıştım. Zorlu bir çabadan sonra onu görebildim.

***

Nihayet Einstein’a yaklaşıp onu gördüğümde gözlerime inanamadım. Acınacak durumdaydı: Saçlarını yoluyor, göğsünü dövüyor, zaman zaman küçük bir saati sağ kulağına yaklaştırıyordu. Hareketleri o kadar histerik bir hal almıştı ki bazı insanlar onu sakinleştirmek ve kendi kendine vurmasını önlemek için müdahale etmeye çalışıyor fakat başarılı olamıyorlardı.

Vakit geç olmaya başlamıştı. İnsanlar ancak karanlık çöktükten sonra Einstein’ın olduğu mekânı terk etmeye başladılar. O sırada mağazaya dönüp müşteriyle ilgilenmede iş arkadaşıma yardımcı olmalıydım. Fakat mağazadan döndüğümde kimseyi bulamadım. Einstein bile gitmişti. Karton kutusunu orada bırakmıştı. Araç gereçleri dağınık duruyordu.

Merakım dayanılmayacak dereceye ulaştı fakat tam olarak ne olup bittiğini anlatarak merakımı giderecek kimseyi bulamadım. Herkes kendi haline dönmüştü ve neredeyse dükkânların tamamı kapanmıştı. Olup biteni kestirmeye çalışarak ben de eve gittim. Gerçekten neler olduğunu öğrenmek için büyük bir sabırsızlıkla ertesi sabahı bekledim.

***

Ertesi gün kimse bir şey biliyormuş gibi görünmüyordu. Fakat işyerime geldiğimde dikkatimi çeken ilk şey, Einstein’ın orada olmamasıydı. Karton kutusunda geriye kalanlarla araç gereçleri ayakaltında çiğnenmişti.

O uğursuz günde Einstein’ın başına gelenleri tüm ayrıntılarıyla öğrenmek için hikâyenin parçalarını birleştirdiğimiz günün sonunu beklemek zorundaydık.

Einstein o gün her zamanki gibi mekânına gelip araç gereçlerini yerleştirdikten sonra bir müşterini bıraktığı saatin tamirine başlamıştı. Birkaç dakika geçmeden başka bir müşteri saatini tamir için getirmişti. Acelesi olduğu için ertesi gün almak üzere saati bırakmıştı.

O müşteriden öğrendiğimize göre saatini birkaç gün önce çok ucuz bir fiyata almıştı. Tayvan’dan ithal edilen ve poşetlerde kiloyla satılan o tür saatlerdendi. Görünüşte pahalı bir İsviçre saatine benzese de bilinen bir markanın taklidinden başka bir şey değildi.

Başlangıçta Einstein bu saatin normal bir saat olduğunu zannederek birkaç dakika veya en fazla bir saat içinde tamirini gerçekleştireceğini düşündü. Fakat arka kapağını açınca bu saatin gördüğü tüm saatlerden farklı olduğunu anladı. O kusursuz dış görüntünün arkasında saatte birkaç parça dışında bir şey yoktu. Dahası, parçaları bu düzeyde düşürülmesine rağmen bu saatin nasıl çalıştığı akılları hayrette bırakıyordu.

Üç saatten fazla geçmesine rağmen saatin çalışma biçimini anlayamayan Einstein endişe duymaya başladı. Dört saat sonra saatin neredeyse tüm bileşenlerini söktü: zemberekler, dişliler, bobinler, son derece ince vidalar, miller.

Einstein böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyordu. Hayatında bu basitlikte bir saat görmemişti. Fakat saatin basitliği onu daha karmaşık hale getirmişti.

Günün sonunda Einstein’ı ateş basmış ve korkunç bir baş ağrısına yakalanmıştı. Baş ağrısının dinmesi için cebinden uzun bir kumaş parçası çıkarıp başına sardı.

Türü, menşei, bileşenlerinin dakikliği veya karmaşıklığı ne olursa olsun, Einstein, hayatı boyunca herhangi bir saati tamir etmekten aciz kalmamıştı. Onun için her saat yeni bir meydan okumaydı. Saat tamiri onun için hayat-memat meselesiydi.

Bu lanet olası Tayvan saatini tamir etmek için harcadığı umutsuz çabalarından sonra o gece uyumamıştı. Şartlar ve zorluklar ne olursa olsun bu saati tamir etmeyi kafasına koymuştu.

Tan ağardığında o hâlâ bu garip saatle cebelleşiyordu. Odasının kapısını kapatmayı dahi unutmuştu. Yemek yemeği, uyumayı da unutmuştu. Acizliğin iliklerine kadar işlediğini anladığında kanayana kadar kafasını duvarlara vurdu.

Bir acizlik halinin ıstırabıyla bu durumu yaşarken Einstein’ın zihninde ne olup bittiğini kimse tam olarak bilmiyor. Fakat hikâyenin geride kalan kısmını Einstein’ın uzun yıllardır kiraladığı perişan çatı kat odasının sahibinden edindik.

O sabah bina sahibi kira ücretini almak için buraya gelmişti. Odanın kapısı açıktı ve ortalıkta ses seda yoktu. Adam ihtiyatla odanın kapısını araladı, parmak uçlarına basa basa merak içinde içeri girdi. Odada kimse yoktu. Yatakta, koltukta, mutfakta kimsecikler yoktu. Arkasını dönüp çıkmadan önce tesadüfen kafasını kaldırdığında havada asılı duran bir ayakkabıyı göreceği aklının ucundan geçmemişti. Ayakkabıyla birlikte Einstein tavandan sallanıyordu.


Velid Süleyman 1975 Tunus doğumlu. Gezi yazılarından dolayı “Tunus edebiyatının Sinbat’ı” lakabıyla anılmakta. “Einstein’in Son Saati” adlı öykü koleksiyonunun yanısıra çeşitli dergi ve gazetelerde telif ve çeviri çalışmaları yayınlandı. Başkent Tunus’ta yaşıyor.

Kaynak: Kurgan, Yıl: 1, Sayı: 1, Mayıs-Haziran 2011

Bir Cevap Yazın