Dünya Edebiyatı olarak Türk Edebiyatı (Turkish Literature as World Literature, Bloomsbury, 2021) başlıklı kitabımızda Türk edebiyatının çeşitli dünya edebiyatlarına etkilerini tartışan makaleleri bir araya getirdik. Teoride ve pratikte birçok farklı konuyu değerlendirmemize imkan sağlayan Nâzım Hikmet çalışmaları kitabın önemli bir parçasını oluşturuyor. Mediha Göbenli’nin ele aldığı ABD ve Batı Avrupa bölümü Kenan Sharpe’ın detaylandırdığı Yunanistan örneğiyle haritanın batısına şekil veriyor. Mehmet Hakkı Suçin ise alanda çoğu zaman göz ardı edilen bir coğrafi ilişkiye dikkat çekerek şairin devrimci Arapça şiir üzerindeki etkilerini ele alıyor.
Kitabımızın yazarlarından Suçin hoca Arap dili ve edebiyatı alanında yaptığı akademik çalışmalara ek olarak Adonis ve Mahmud Derviş gibi isimlerin şiirlerini de Türkçeye kazandıran bir çevirmen. İslamiyet öncesi (Cahiliye dönemi) Arapça şiirin ilgi çekici örneklerinden muallaka çevirileri ise Yedi Askı Şiirleri (Kırmızı Kedi, 2020) başlığı altında geçtiğimiz yıl yayımlanmış. Dönemin (6. yüzyıl) şiirlerinin şarkı formatında ve performatif olarak üretildiğini yazan Suçin, bu metinlerin en iyisine karar veren bazı mekanizmaların (jüri) varlığından da bahsediyor. Muallaka (askı) isminin en iyi şiirlerin Kâbe’nin duvarına asılmasından geldiği rivayet edilirmiş ama muhtemelen bu işin hikâyesi.
Muallakalar beyitlerden oluşan kaside formatında yazılmış şiirler. Kitaptakilerin beyit sayıları 62-103 arasında değişiyor ve her biri dönemin değerlerini ortaya koymaları açısından gayet ilginç. Yedi Askı Şiirleri’nde iki dilli (Arapça ve Türkçe) olarak yer alan muallakalardan İmruul-Kays’ınki benim özellikle hoşuma gitti. Bu tercihimde şairinin biraz serseri olması da etkili oldu elbette. Suçin hayatını şöyle özetlemiş:
“Delikanlılık döneminden itibaren eğlence ve ava düşkünlüğüyle bilinir. Kabilenin kızları için erotik şiirler söylemesi ve bohem bir hayat sürmesinden dolayı babası tarafından kabileden kovulur.” (33)
Bohem üslubun henüz icat olunmadığı bir dönemde Suçin’in İmruul-Kays’a yakıştırdığı bu ifade hocanın kendi kibarlığından geliyor muhtemelen. Ben olsam dümdüz serseri derdim. Acaba 6. yüzyılda serserilere ne deniyordu? Velhasıl kabileden kovulduktan sonra maceralı hayatına ve serseriliğe devam eden İmruul-Kays’a babasının ölüm haberi içki-kumar meclisinde gelir. Habere herhangi bir tepki vermeden oyununa devam eder, oyunu bitince detayları dinler ve şöyle der:
“Adam delikanlı çağımdayken beni evden kovdu, şimdi de bu yaşımda kanının yükünü yüklüyor omuzlarıma. Fakat bugün içeceğiz. Bugün ayık durmak, yarın sarhoş olmak yok. Bugün şarap içelim, yarın görev başına!” (33)

İmruul-Kays’ınki sağı solu, rengi tonu dönem dönem değişen ama tarih boyunca farklı tezahürleriyle her zaman karşımıza çıkan hikâyelerden. Fakat elbette kitaptaki tek ilgi çekici olan nokta onun hayatı değil. Alana dışardan bakan biri olarak bana göre onun muallakası ana temaları tek tek sunan parçalı yapısı ve kendi içinde değişken ama tutarlı içeriğiyle dönemin şiirinin iyi temsillerinden biri.
İmruul-Kays’ın şiir kişisi kaybedilen sevgilinin ardından ağlayan bir yiğit delikanlıdır. Tenini, kokusunu özler; eş dost ‘etme eyleme’, dese de nafiledir. Gönül bu sevdiğini ister.
“Öyle çok döküldü ki gözlerimden sevdanın yaşları
Boynumdan aşağı aktı kılıcımın kını dahi ıslandı” (35)
Yitip giden aşkın ardından ağlamakta yeni bir şey yok. Fakat ağlayanın yiğit bir delikanlı olması dikkat çekici olabilir. Bir bakıma bizde ‘arabesk’le ifade edilen hissiyata dair iz sürmek de mümkün. Nitekim aşk ağrısı çekerken dahi kuyruğunu titretmeyen ‘delikanlı’ modelinin aslında modern bir icat olduğunu, modern bir erkeklik icadı olduğunu atlamamak gerek. Ayrıca bahsi geçen aşkla beraber aşk denen meselenin genel olarak ele alınışındaki ‘açık’lık da şaşırtıcı. Şiirdeki yiğit aşık da oldukça serseri belli ki:
“Kaç dilberin kimsenin ulaşamadığı çadırlarına ulaştım
Yumurta gibi pürüzsüz tenlerinden usulca haz aldım” (39)
Kahramanımız sevdiğiyle buluşmalarını da beyitlerinde geniş bir rahatlıkla anlatıyor. Kum tepelerinin ardında, oryantalistleri heyecanlandıracak cinsten lirik bir erotizmle devam eden şiir yine de aşkı sadece tensel hazdan yana koymuyor. Anlaşılan o ki, 6. yüzyılın Arap şiirinde tensellik ve duygular birbirinden ayrılmış değil.
Ve dönemin şiiri açık sözlü ve sahicidir. Aşkın tensel hali benzetmeler, göndermeler, imgeler ardına çok da saklanmadan ifade edilmektedir. Sadece bedenselliğe indirgenebilecek kadar basit de değildir. Kitaptaki muallakalar beden ve duyguların ahlâkçılık kıskacında birbirinden koparılmadığı; doğanın açıklığında ve netliğinde ifade bulan, onun parçası olan bir insanlık halinin şiiri olarak dikkat çekiyor. Kitabın Adonis’ten çevrilen giriş kısmında Yunan kültüründeki sistematik doğa algısına karşılık Cahiliye dönemi şiiri için şöyle deniyor:
“Cahiliye de ise doğa bir değer değildir; herhangi bir ahlaka dayanmaz ve bir şey de öğretmez. Cahiliye insanı aksine doğada korkunç yalnızlığını görür ve yiğitliğinden başka dostu olmadığını bilir. Doğa, Cahiliye insanında güç iradesini, kılıcına ve kahramanlığa olan inancını yaratır.” (8)
Bu açıdan bakıldığında muallakalarda belli bir primitiflik resmi görmek mümkün. Daha sonradan modernlerin yücelteceği türden ‘uygarlığın bozmasından önceki’ kültür. Zaten Adonis de bu dönemin şiirinden kent kültürünün kötü etkisinden uzak, saf bir bedevi şiiri olarak bahsediyor (An Introduction to Arab Poetics). Bu saflık çölde varoluşun sert ve kuvvetli deneyiminin kendi estetiğini yaratmasından geliyor.
İmruul-Kays’ın muallakasındaysa aşktan ve özlemden sonra konu yiğidin hayatının başka bir kısmıyla devam etmektedir. Onu amansız zamanlarda sırtında taşıyan, avına savaşına tanıklık eden atına bir güzellemedir artık şiir. Onunkisi muhteşem bir küheylandır:
“İnce zayıf olsa da dolup taşar içindeki coşku
Gürledi mi fokurdar sanki sular kazanlarda” (45)
Atının bacaklarından ve kuyruğundan bahsederkenki estetik de erotik sayılabilecek kadar duyulara hitap eder. Hemen sonraki av sahneleriyse aynı duyusallığın devamı şeklinde evrilir. İşin aslı, muallakaların çok ‘erkek’ şiirler olduğu söylenebilir ama bir yandan da bugünden farklı bir duyusal-duyarlık estetiğiyle kurulmuş oldukları görülüyor:
“Tek hamlede bir damla ter bile dökmeden
Biri erkek biri dişi iki antilop yakaladı.” (47)
Adonis’e göre binicilik hissi çölde yaşamın mücadelesinin özgürleştirici halidir. Cahiliye dönemi şiirinde cesaret, eylem ve hareket özgürlük ve benlik algısıyla doğrudan ilişkilidir. İmruul-Kays’ın muallakasında da açıkça görüldüğü üzere dönem için varoluş meselesi tefekkür değil, elle dokunulabilir, somut gerçeklikler üzerine kuruludur. Bugünün hassasiyetlerinden uzağa düşen birçok yönüyle muallakaların kurguladığı dünya belki bize yabancı olabilir. Ama dünyanın fizikselliği, insanın bedenselliği, aşkın tenselliği bir araya geldiğinde tüm hamlığıyla özgün bir benlik, özgürlük ve varoluş algısı yarattığı da kaçınılmaz. Adonis’in de dediği gibi Cahiliye şiiri tanıklık şiiridir. Şair de şiir kişisi de kendi gerçeğiyle konuşur, onu değiştirmeye çalışmaz. Onu gözlemler, onunla mücadele eder, bazen kazanır bazense kaybeder. İmruul-Kays’ın muallakası aşktan, attan, avdan sonra şöyle biter:
“Şimşeğin çakışına bak ey dostum, taç gibi yuvarlak
Şu bulut kümesinde parlayan iki elin çırpması gibi
[…]
Sabahleyin geniş vadinin hüthüt toygarları
Sabah şarabı içmişlerdi sanki halis baharatlı
Ada soğanının çamura bulanmış köklerini andırıyordu
O gece vadinin selinde boğulmuş dağ hayvanları” (49-51)
Görülüyor ki, muallakalar çölüyle seliyle sert ve pazarlıksız bir doğanın ve onunla uyumlu bir insanlık halinin aynı kalibrede ifadesi olan bir estetiğin şiirleri.
Kaynak: SanatKritik, 15 Haziran 2021
Categories: Yazı