Öykü

Latife Bâkâ | Bağırsak Kurtları

Latife Bâkâ

Latife Bâkâ

Arapçadan Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin

Kız çocuğu tuvaletten bana sesleniyor: “Anne! Kurtçuk!” Kakasını iyice kontrol ediyorum. Gerçekten bağırsak parazitleri var içinde. Birkaç dakika önce ancak oturabildiğim iş başvurusu dilekçesini doldurmak için geri dönüyorum.

“Uyruğu: …, Cinsiyeti: ….”

Bu uyruk ve cinsiyet meselesi oldukça önemli; kavramları karıştırmamak lazım. Sözgelimi; basit bir sözcük olan cinsiyet kavramından, aralarında insan türünün de bulunduğu tüm yaratıkların yaptığı o bildik işlem kastedilir. Bu işlemin türleri korumak için yapıldığı söylenir. Kuşkusuz bu doğrudur ama söz konusu eylemin bir başka mutlak sonucu olduğu da kesin: Şehrin sokaklarında, kahvehanelerinde çekirge gibi yayılan olağanüstü sayıda işsizler ordusu. Sürekli düşünmeleriyle ayrıcalık kazanan bu acayip yaratıklar bazen anlamsız bir şekilde varoluş bazen de daha kritik meseleler hakkında akıl yürütürler.

Çocuğun bir daha seslendiğini duyuyorum. Bu defa altını temizlememi istiyor. Ne iş ama! Küçücük poposunun taze sarı bir elmaya benzediğini fark ediyorum. Bu fikri kafamda dolaştırmaya devam ediyorum. Kızımın sözlerini hatırlıyorum. Bağırsak kurtlarından bahsetmişti.

Annem, çocukken benle kız kardeşim Selma’nın da bu ince parazitlerden çektiğimizi söyler. Bu, aynı zamanda neden babamın bizi çağırmaktan hoşlandığı “iki başıboş kedi”ye benzediğimizi de açıklıyor. Soğuk Şubat gecelerinin birinde babam körkütük sarhoş bir halde eve döndüğünde şarap kokusu ondan bir metre önce eve ulaşıyordu. Motosikletinin arka torbasında bir lavman gizlerdi. (Selma’yı uyandıracak; o da kahkahalara boğulacak.) Babam lavmanı tuzlu suyla doldurup ikimizi de yüzükoyun yatırdı. Pantolonlarımızı çıkarıp makattan lavmanı içimize boşalttı. İkide bir “Tuzdan başka kıl kurdunu hiçbir şey öldüremez” sözünü tekrarlıyordu.

Annem, tam bir hafta boyunca yataktan çıkmadığımızı söylüyor. Sanırım babamın özel tedavisi işe yarıyordu. Bunun kanıtı ikimiz de o günden sonra kıl kurdundan şikâyet etmedik.

Kız kardeşime mektup yazacağım. Mide ağrısından artık şikâyetçi olmadığımı, bayramı kendisiyle geçirme niyetinde olduğumu söyleyeceğim.

“Bir lavmana ve biraz tuza ihtiyacın var; göreceksin, kıl kurdundan eser kalmayacak.”

Çocuk beni duymadı. Halının üzerinde gezinen hamam böceğini izliyordu. Bir ayakkabı çiftinin tekini aldım, hamam böceğine yapıştırdım. Böceğin bir kısmı duvara yapışık kaldı. Küçük kız böcek macununa bakıp mutlu mutlu gülmeye başladı.

Daha önce yaptığım bütün o iş başvurularını düşünüyorum. Düşündükçe boğazım düğümleniyor. Bu düğümlenişin sonsuz bir nitelik taşıdığını hissetmek bana acı veriyor. Şu anda yaşadığımkinden bir derece farklı bir hayat hayal edemediğim için içimdeki acı arttıkça artıyor.

Ahh! Hayat ne kadar anlamsız! (Öyle anlaşılıyor ki hayatın anlamına aldanan kurbanların oluşturduğu uzun kuyruğa yavaş yavaş giriyorum.) Bu sabah hummanın alt dudağıma attığı uçuğu elimle yokluyorum. Sanrılar görüyor olmalıyım. Buna rağmen her şey bütünüyle anlamsız. Şiddetlice. Çok şiddetli.

İş başvuru dilekçesini zarfa koymak için katlıyorum. Sonra elime başka bir kâğıt alıyorum.

Selma’cığım, kentin dış mahallesinde yerleşik olan tekstil şirketine başvuru dilekçemi gönderiyorum. Biliyorsun, bu şirketi en son sen önermiştin. Öte yandan sınavla ilgili bana herhangi bir cevap ulaşmadı. Genel itibariyle, hayal peşinde koşmak istemiyorum. Aksine bu tür hayallerden kurtulmaya ihtiyacım var. Bayram tatilini yanında geçirmek istiyorum. “Tatil” diyorum; bu tür konuşma alışkanlığını çalışma günleriyle dinlenme günlerini birbirinden ayıran “aktif” insanlardan edindim. Evet, senin de dediğin gibi hâlihazırdaki durumuma uyum sağlamaya çalışacağım. Elimden geldiği kadar çaba göstereceğim. Bazı özel meseleler için sanırım zamana ihtiyacım var. Biliyor musun? Son günlerde korkunç rüyalar görüyorum. Hâlâ hayaletlere inanıyor musun?

Hayaletler! Onun hayaletlere inandığını nereden hatırlıyorum? Tabii ki bütün çocuklar hayaletlere inanır. Okulun ilk yıllarında akşamleyin okuldan döndüğümde binanın alt katında durup inip beni dördüncü kattaki dairemize çıkarması için annemi çağırırdım.

Hayaletler her zaman vardır. Bir kedi yumuşaklığındaki bu yavrucak da inanıyor mu onlara? Önce sorular ortaya atar, sonra bir bağırışla her şeyi alt üst eder. Onu bağrıma basıyorum. Korkusunu dindirmeye çalışıyorum. Bölük pörçük bir hikâye uyduruyorum. Mama gelen kadar suskun kalacağımızı kulağına fısıldıyorum. O gelince hep beraber hayvanat bahçesine gideceğiz. Aslanlar, zürafalar, deve kuşları, kaplanlar ve rengârenk kuşlarla ilgili sorular soruyor. Neden kuşlar ötüyor? Kuşlar uyur mu? Birbirleriyle konuştukları doğru mu? Anneciğim, bu doğru mu?” (Başvuru dilekçesine dadılık ve çocuk bakıcılığı da yapabildiğimi eklesem mi? Ayrıca okuma-yazması olmayan komşulara mektup okuyup yazarım. Her seviyedeki çocuklarına konu komşu oldukları için bedava ders de verebilirim -tabii evde-”

Eski başvurularımın birinde hayvan postu doldurma konusunda uzman bir şirkette çalışmak için dilekçe yazmıştım. İlk ve son şartımın, ücretimin çalışma performansıma uygunluğu, diğer bir ifadeyle “eşit işe eşit ücret” prensibi olduğunu belirttim. (Bu sözü nereden duymuştum?)

Çocuk hayvanat bahçesi hakkında detaylı bilgi istiyor. Küçücük siyah gözlerine bakıyorum. Küçücük yitik bir köpeğin gözlerine benzediklerini kafamdan geçiriyorum. “Kurtçuk” hikâyesini unutmuş gibi. Babam şimdi hayatta olsaydı, taze sarı elmanın ortasındaki makatına bir tuz torbasını boşalttıktan sonra, odadaki köşesine çekilir, her zamanki gibi siyah şişeyi bacaklarının arasına yerleştirirdi. Dairenin arabasında içtiği o günlere ait eski bir alışkanlık. Anlamsız bir alışkanlık. Neden olaylar nedenlerine yabancıdır? Son iki yıldır dilekçe yazmakla ve umutsuz sınavlara başvurmakla beni kontrol altına alan bu gerçeküstü fanteziyi kim gerekçelendirebilir?

Buna rağmen, okul kitaplarımızın dizlerimizin üzerindeyken bize de bulaştırdığı sarhoşluğunun ortasında bu alışkanlığıyla ilgili soru sorup gülerdim. Babam, şu an benim çocuğuma yaptığım gibi, sorularımı duymazlıktan gelirdi. Bugünkü gibi hatırlıyorum. Yağmur kafamızın üstündeki pencerenin camını tıkladığı sırada şöyle demişti: “Yavrum, ben öldükten sonra beni ziyaret ettiğiniz her seferinde mezarıma bir şişe kırmızı şarap serpin. Bu benim vasiyetimdir. Bunu unutmayın.”

Fakat her gece gördüğüm bir rüya var. Babamı hiç olmadığı kadar mutlu görüyorum. Peşimizden koşuyor. Gülüşüyoruz. Bize sarılıyor. Senin saçlarını çekiyor. İkimiz de çocuğuz. Uzun ince saç örgülerinle sen ve kısa saçlarımla ben. Hep birlikte gülüyoruz. Saklambaç oynuyoruz. Babam ağaçların arkasına saklanıyor. Her tarafa koşup onu arıyoruz. Köy yolunda Neciyye el-Cebeliyye ile birlikte mola verdiğimiz o bağdaki gibi terk edilmiş bir oda var. Bu odayı hatırlıyor musun? Burayı asla unutamam. Neciyye “gençler buraya genç kızları getirip bekâretlerini bozarlar” derdi. Birden duruyoruz. Babamı hiçbir yerde bulamıyoruz. Odaya yaklaşıyoruz. Babam buraya girmememizi tavsiye ettiğini düşünüyorum. Onu içeride aramayı öneriyorum. Teklifimi reddediyorsun. Girmemi engellemek için elbisemden çekiştiriyorsun. Seni itip kendimi kurtarıyorum. İçeri girdiğimde küçük beyaz hayaletler, yarasalar görüyorum. Panik içinde uyanıyorum.

Neden onu bir kez daha hatırlıyorum?

Sonunun yakın olduğunu biliyordu. Ama bundan üzüntülü görünmüyordu. İçiyordu. Bütün ömrü boyunca içmeleri susuzluğunu gideremedi. Sarhoş bir şekilde ölene kadar sürekli bir susuzluk halini yaşadı. Hayatının son anına kadar içemeye devam etti. Bar fedaisi içmekten sızdığını düşünüp dışarı atmak için sertçe dürtüklemiş. Bir anda, asla unutamayacağı bir anda -en azından ben böyle sanıyorum- bu kokuşmuş cesedi tiksintiyle dürtüklerken gerçek bir cesetle karşı karşıya olduğunu anlamış. Babam ölmüş. Düşünebiliyor musunuz? Sonraları barmen, babamın son kadehini bitiremediğini bize anlatmıştı.

Trajik bir son muydu? Eminim bundan daha güzel bir sonu dilemezdi.

Selma, babam zaman zaman senin de aklına geliyor mu? Onu rüyanda görüyor musun?

Eminim Selma bir Alman ressama ait şu sözü tekrarlayacak: “Bayram daha uzun olsaydı daha güzel olur muydu?”

Bayram! Sadece siyah şişeler. Geceleyin eve döndüğünde paltosunun astarına gizlediği o şişeler. Bunlar onun varoluşsal yazgısını oyalama araçlarıydı. Ah! Geçmişin anıları bugünkü gibi ne kadar berrak duruyorlar. Küçük armonikasını alır, şarkı söylemeye başlardı. Nostalji dolu eski Fransız ve Amerikan şarkılarını. Zamanla bu şarkıları biz de (ben ve Selma) ezberledik ve babamıza eşlik ettik. O anların kendine has bir kokusu vardı.

İçmekten ışıl ışıl parlayan gözlerini hatırlıyor musun, Selma? Ya sesini? Babamızın sesini hatırlıyor musun? Nasıl da hayrandım bu adama!

Onun anarşist tavrını seviyordum. Bu tavrını, başarısız olduğu yapay bir disiplinin arkasına gizlerdi.

Tüm fantastik halleriyle, onun gibi bir adamın hayatını birlikte görmek harikaydı. Zavallı anneme karşı her zaman bizimle aynı safta yer alırdı. Komşu çocuklarına karşı da bizimle birlikte hareket ederdi. Umm Habibe’nin kızı Şadiye’nin seni bir taşla dövdüğü o günü hatırlar mısın? Ağlayarak eve çıkmıştın. O sırada bizim için sandalye çakıyordu. Hatırlar mısın; uzun bir tahtayı eline verip “Sen de gidip onu bu tahtayla döv” demişti. Bu satırları okurken gülüyor musun? Peki ama neden babamı bu halleriyle hatırlıyorum?

Babamın favorisi bendim. Bu durum Selma açısından öyle tamamıyla rahatsızlık verecek bir durum değildi. Çünkü Selma da annemin favorisiydi. Babam, erkek çocuk gibi görünmem için saçımı kısa kesmemi isterdi. Erkek çocukları olmamıştı. Ben babamın favori erkek çocuğuydum. Fakat bir akşam yeni göğüslerimle gurur duyarak dar bir gömlek giydiğimde göğüslerimin şişmeye başladığını fark edince güldü; beni saçlarımdan çekip boynuma bir öpücük kondurdu. Anladım ki babam artık bir genç kıza dönüşen erkek çocuğuyla mutluydu.

Büyüyüp gömleğinin yakasını geçtiğimde bile babam beni bu şekilde öpmeye devam etti. Pazarda elini omzuma atarak kendisine eşlik etmemden zevk duyardı. Babamın bu favori tarzını gerçekleştiremeyecek şekilde ben daha da uzayınca, benimle pazara gitmekten vazgeçti. Çocukluğumda olduğu gibi anneme karşı onun yanında yer almadığım, o sıralara denk geldi. Ateşli tartışmalarımız her zaman karşılıklı hakaret ve kapı çarpmalarıyla son buluyordu. Dahası, kavganın düzeyi tabakları kırma derecesine vardığı bir seferinde beni “evinden” kovmakla tehdit etti.

Bütün bunlar bir gün annemin hiç mutfaktan çıkmadığını keşfettiğimde meydan geldi. Annem çok özel bir proleterdi ve bu durum çok “doğal”dı. Biz yaşıyorduk; bu alet bir gün bile teklemeden, bize hayatın koşullarını sağlamak için işliyordu.

Bu farkındalığım bende isyankâr bir bilinç hali yarattı. Başlangıçta şaşırtıcı bir sükûnetle babama durumu anlattım; ama Nuh dedi peygamber demedi. Babama göre kadın-erkek eşitliği zırvadan başka bir şey değildi.

Ne kadındı! Ondan dolayı evden kovmakla tehdit ediliyordum. Tartışmaların kavgaya dönüşeceğini hissettiğinde sessiz sedasız gelir, orada dururdu. Bütün soğukkanlılığıyla ve aldırış etmeyen tavrıyla beni uzaklaştırarak, Fransızların dediği gibi “Haydi, git işine; dünyayı sen mi değiştireceksin?” derdi. Annem dünyayı değiştirmek istemediği için yorgun küçük ayağını babamın avuç içine yerleştirirdi. Bununla kocası olduğunu tescil etmek istiyordu. Zira kocası arsızlığında bile mükemmeldi. Babam güler, o güzel günlerde olduğu gibi beni saçlarımdan kendine doğru çeker, “Seni şeytan keçi!” derdi gülerek, “Ya senden iyi bir şey çıkacak ya da hiçbir baltaya sap olamayacaksın.”

Selma, korkuyorum ve yalnızım. Yoksa babamın tahmini doğru mu çıkıyor?

Latife Bâkâ 1964 yılında Fas’ın Sla (Salé) kentinde doğdu. Kısa öykü yazmaktadır. Öykü koleksiyonlarından Me’l-lezzî Nef‘aluhu? (Ne Yapıyoruz?) 1992’de, Munzu Tike’l-Hayât (O Hayattan Beri) 2005’te yayınlandı. Yazar bloğunda, kısa öyküyü bir yaratma ve varoluşsal bir seçim olarak gördüğünü belirtir. “Mutfakta biriken bulaşıkları yıkamaktan zaman bulamadığı için” henüz roman yazamadığını ifade eder. Üniversitede iletişim dersleri vermektedir.

Kaynak: Dünyanın Öyküsü, Haziran-Temmuz 2013

Bir Cevap Yazın