Arapçadan Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin
Oturduğum şehir evde kalmış kızlarla kaynıyor. Onlara kulak verdim. Kısık sesli fısıltılarını duydum. Gözlerimi etrafta dolaştırdım. Hatları terlemiş olan yüzleri gözbebeğime yansıdı. Yarının korkusu sardı beni. Bu yüzler beni ürkütüyor. Benim de bir gün yüzüm bunlarınki gibi mi olacak? Her gün rastladığım ve yüz hatlarından heder olmuş umutların kanlarının damladığı bu kızlarla aynı kaderi mi paylaşacağım?
Şu ana kadar çabalarım başarısızlıkla sonuçlandı. Uygun hayat arkadaşını bulmaya yönelik çabalarım boşa gitti. Çirkin değilim; aksine güzelim. Hatta beni yakından uzaktan tanıyanların nazarında büyüleyen bir çekiciliğim var. Kaprisli değilim. Bildiğim kadarıyla erdemli bir karaktere sahibim. hal ve hareketlerimle erdemliyim. Erkekler bana şehvetle bakıyorlar. Kaç kez aldırış etmeden onlardan yüz çevirmişimdir. Kaç kez karşı çıkıp meydan okumuşumdur. Acaba bundan mı nefret ediyorlar? Ben sözlere inanmam, özellikle de hemcinslerimin sözlerine. İstiyorum. Fiilen bu deneyimi yaşamak istiyorum ama denemelerim fiyaskoyla sonuçlandı. Acı bir hayal kırıklığıyla. Her deneyimden sonra eve parçalanmış, kalbi kırılmış bir şekilde dönüyor, başımı annemin kucağına gömüyor, sessiz sessiz ağlıyordum. Onun kucağı benim tek sığınağım. Canım babacığım bir gün yok oluverdi. İşten dönerken bir arabanın altında ezildi. Beni ve annemi tek başımıza bıraktı. Annemin tek çocuğuyum. Bütün yükü annem üstlendi. Eğitimimi rahat bir şekilde bitirip bir devlet dairesine girdim.
Annem beni teselli ediyor. Babamla evlenmeden önceki duygusal deneyimlerini onlarca kez anlatmıştır. Her seferinde gözyaşlarım kuruyana kadar bu hikâyeleri dinlerim. Annemin garip pelesengi beni iyileştirene kadar dinlerim.
Kalbim yeniden küt küt atıyor…
Çalıştığım daireye birkaç gün önce yakışıklı bir genç atandı. Uzman olduğu alan masamın tam karşısına oturmasını sağladı. Bilerek veya bilmeyerek başımı eğdiğim her seferinde yüzümü inceliyor. Utangaç ve tereddütlü bakışlarının, önceki iki deneyimimde tanık olduğum cesarete ihtiyaçları vardı. Ben de ona bakıyorum, gözlerini kapatıyor. Dudaklarım kayıtsız bir tebessümle bakışlarının derinliklerine dalmaktan başka yapacak bir şey bulamıyor. Gözlerinde gömülü bir ateş okuyorum.
Gelecek korkusu sebepsiz, gerekçesiz beni sarıyor. Kuruntu vicdanımı sızlatıyor. Ömrümün baharının otuzunda yaşıyorum. Her sabah yanaklarımı yokluyorum. İş arkadaşımın uzun ve sessiz bakışlarını karşıladığımda ellerim titriyor. Bu iki yanakta çok ince çizgiler belirmeye başladı. Acaba bu çizgiler mi iş arkadaşımın dikkatini çekiyor? İnanmıyorum. Ondan önce birçok erkek bana bu şekilde baktı.
Konuyu hiç açmadı. Konuşmalarımız her zaman işin gerekleriyle sınırlı kaldı. Bazen birlikte dışarı çıkıyorduk. Evimizin girişine kadar bana eşlik ediyor, roman okumalarını anlatıyordu. Komik fıkralar anlatıyor, uzun uzun bunlara gülüyorduk. Sonra da ertesi gün görüşmek üzere ayrılıyorduk.
Sonra bir araba satın aldı. Arabasını görünce kalbim küt etti. Kayıtsız bir şekilde “hayırlı olsun” dedim. Bunu ya fark etmedi ya da aptal numarasına yattı. Hafta sonuydu. Perşembe [1]. Yarım gün çalışıyorduk.
Gün ortasında birlikte çıktık. Arabasına doğru gidip kapısını açtı ve beni davet etti. Tereddüt ettim. Baştan aşağı bütün bedenim titredi. Israr etti. Kabul ettim. Ardımdan kapıyı kapattı. Direksiyona otururken “küçük bir tur?” diye sordu.
Birkaç saniye sessiz kaldım. Israrlı bakışlarını görünce teklifini kafamla onayladım. Tüm ağırlığıyla arkaya meyletti. Sırtıyla koltuğa baskı yaptı. Direksiyonu tutmak yerine itercesine kollarını ileriye doğru uzattı. Gözlerim hareketlerine takıldı. Virajlarda arabayla birlikte eğilmesini, yolu inceleyen mahmur bakışlarını, ansızın bana bakmasını ve ışıldayan tebessümlerini izledim. Bugün nesi var? Gülümsüyor, konuşmuyor. Nerede hikâyeleri, fıkraları? Yoksa canını sıkan bir şey mi var? Fakat ben de konuşamıyorum.
Şehirden çıktık. Hâlâ sessiz. Bir taşınkinden daha sağır bir sessizlik. Camımı açtım, arabanın camına kolumu yaslayarak beklemeye koyuldum. Görmezden geldim. Arabanın hızıyla birlikte geride kalan ağaçları izliyormuş izlenimi verdim. Otlar burada yok. Orası yeşil. Kırmızı kiremitten yapılmış çatılarıyla köy evleri kâh uzaktan kâh yakından menekşe gibi görünüyorlar. İlkbaharın sonunda henüz sararmamış buğday başaklarıyla çevrililer. Uzaklarda sıralanan dağların keskin başları gökyüzüne uzanıyor. Gökyüzüyle boy mu ölçüşüyorlar yoksa ona meydan mı okuyorlar, bilmiyorum.
“Hiç sevdin mi?” Yumuşak sesini kulağıma damlattı.
“Efendim?” diye sordum anlamamış gibi yaparak. Oysaki ne sorduğunu çok iyi biliyorum.
Sorusu gümülü duygularıma nüfuz etti ve onları eşeledi. Geçmişim hakkımda bir şey mi biliyor? Bugünlerde gizli kulaklar çok yaygın. Casusların haddi hesabı yok. Erkekler kadınlardan daha geveze. Yalan almış başını gidiyor. Belki de… Benimle ilgili çok şey duydu. Sustum. Geriye kalan sözleri bekledim. Sanki söylenecek bir şey varmış gibi.
“Şunu demek istiyorum: Aşk hakkında ne düşünüyorsun?”
Maalesef! Soruyu kökten değiştirdi. İlk şekliyle bıraksaydı daha iyi olurdu. Muhafazakâr ve içine kapanık olduğuna olan inancımı teyit edecek mi? Bana aşkı soruyor. Evet, aşkı. Utancımdan rengim değişti. Cevap veremedim. Yapmacık bir tebessümle ona döndüm. Sıkıntılı olduğum bakışlarımdan açıkça anlaşılıyordu. Bakıştık. O sırada onu hemcinslerinin sınıfına dâhil ettim.
Cevap vermedim. Daha da kötüsü, gözlerimi bütün sadeliğiyle yalancı bakışlarla gri yolu süzmeye yönlendirdim. Tekerleklerin asfalta sürtünme sesleri kulaklarımda. Korkunç bir uğultu.
Beni bu vahşetin pençelerinden kurtarmak için herhangi bir çaba göstermedi. Bir şeyleri hayal ediyor, sanki aklı başında değil gibi görünüyordu. Sonunda kelimeleri döküldü:
“Aşk, güdülen hedefe isabet etmek için, yani mutluluk için ustaca bilinmesi gereken bir sanattır. Bu sanat güzelliği gerektirmeyebilir. Çirkinlikte, yalnızlıkta da aşk bulunabilir. Onun birtakım dinamikleri, belirtileri vardır. Bu ise iki tarafın ortaklığına dayanır. Bu durumda hayatın oyunu başarılı olur.”
Sessizlik perdesinin ardına gizlendi. “Aşk sanattır” dedi. Aklında nasıl bir felsefe dolaşıyor? Bu adam daha önce hiç tanımadığım yeni bir sınıfa ait olmalı.
Yerel tatlı sözle iletişime geçen erkekler tanıdım. Perdenin sonunda herhangi bir odada bulunan abanoz bir yatağın üzerindeki örtüyü kaldırdılar. İnatçıyım ben. Her seferinde örtüyü indirip, hayal kırıklığından meydana gelen kanlı harflerle defalarca “Hayır, asla kabul etmem!” diye yazmışımdır.
Bu tutumumu sürdürdüm. Yaşanan hercümerç içinde onurumu korudum. Annemin nasihatlerine uydum. Defalarca babamın naşını hatırladım. Onun gölgesinin hâlâ beni takip ettiğini hissediyorum. Fakat erkekler onu görmüyorlar, ondan korkmuyorlar. İlerleyip ellerini uzatıyorlar. Hamisi olmayan kolay av. Ya sessiz sakin, aptalca bana bakan bu çocuksu yüz? Önceki perdelerini düşünmek dahi istemediğim komedi yeniden tekrarlar mı? Şimdi kalbim körpe kanatlarla kanat çırpıyor. Hayat adamakıllı canlanıyor. Yeller, umutsuzluğun küllerini taşıyıp yollara serptiler. Göğsümde serin esintiler dolaştı. Amansız dalgaların kemirdiği bir sarayın yana yatması gibi ona doğru meylettim. Ama o uzak durmayı sürdürdü. Acaba hiç deneyimi olmadı mı? Ter kokum mu? Olabilir mi? Hay Allah, bu sabah üstüme başıma dikkat etmedim. Zaten kremlerimi emekliye ayırmıştım. Umutsuzluk hamleleri kırılgan kalbimi peş peşe vurunca pek çok ihtimali düşünmekten vazgeçtim.
Umut, ikiye ayrılmış dağdan akan pınarı yarıp geçer. Hafif bir rüzgâr, ayaklarımın olduğu yerde kırılmaya yüz tutan dalgaların suyunu serpiştiriyor. Tadını çıkarıyorum. Ona doğru meylediyorum. Düş kuran bir ses tonuyla kulağıma fısıldıyor:
“Zehra!”
“Ali!”
O da benim gibi yanıyor. Araba frenin baskısıyla titredi. Çılgınca üzerime eğildi. İstemeden ellerimle ağzımı kapattım. Arzuyu canlandırmaya bırakarak bedenimi sardı. Dudaklarımız kuvvetle, hararetle ve şevkle kucaklaştı. Yanan dilimde eski bir tütünün tadı gezindi. Burnum duyguları harekete geçiren çekici erkekliğin kokusunu hapsetti. Cilalı bir ayna suretindeki bir denizde fildişinden yelkenimiz yalpaladı. Sonra yeşil ve gül rengi bayrakların dalgalandığı bir adanın kıyısına demir attı. Kuşlar etrafımızda cıvıl cıvıl ötüyorlardı.
Omzunu kendime yastık yaptım. Gömleğinden ortaya çıkan göğsünün tüylerini koruması için saçlarımı dağıttım. Bakışlarını ufka çevirerek yitik bir halde,
“Beni seviyor musun?” dedi.
Bana baktı. Başımı şefkatle ellerinin arasına aldı. Bakışları ısrarcıydı. Başımı ellerinden uzaklaştırıp,
“Evet, seviyorum.” dedim.
“Ben de seni seviyorum. Senin için ölüyorum!” dedi.
Yeniden sarıldı bana. Bir geminin üzerinde öpüşerek yolculuk ettik.
“Seni seviyorum. Tek dileğim aşkımızın devam etmesi. Sonsuza kadar sürmesi. Sıcak nefesleri yeniden yüzümü okşadı.” Dudakları büyük bir arzuyla dudaklarımı arıyordu. Bilerek kafamı eğdim. Boynumdan öptü. “Ah, sevgili düşüm!” Sarhoş oldum. Boğucu bir mezarın derinliklerinden yeniden dirildiğimi hissettim.
“Zehra, hafta sonunu nerede geçiriyorsun?”
İrkildim. Tanrım! Ne istiyor? Diğerleri gibi mi?
“Davetimi kabul ediyor musun? Dairem var…”
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Olamaz!
Kendimi şiddetle çektim. Saçlarım birbirine dolandı. Hızla arabadan indim ve koşarak uzaklaştım. Yaralı kalbimin içinde bir gemi kalkıp onulmaz bir acıyla uzaklaştı. Hayal kırıklığı, içimde henüz iyileşmemiş bir yaranın üzerine yeni bir saray inşa etti.
[1] Arap ülkelerinin çoğunda tatil günleri Perşembe ve Cuma günleridir. (Ç.n.)
Cîlali Hallâs 1952 yılında Cezayir’in Aynuddifle kentinde doğdu. Öğretmen Yetiştirme Enstitüsünden mezun olduktan sonra öğretmenlik yaptı. İlk öykülerini 1969’da yazdı. Cezayir Yazarlar ve Çevirmenler Biriliği üyesidir. Yayınlanmış üç kısa öykü ve iki romanı bulunmaktadır.
Kaynak: Kurgan Edebiyat, 2 (5), Ocak-Şubat 2012
Categories: Öykü
Çok güzel bir öykü. Yazarının insanı ve hayatı çok iyi tanıdığını, kurguyu sanki yaşanmış gibi kurduğunu görüyoruz.